Kuzey rüzgârı bu topraklara hiç adil esmedi. Burada gece, karanlık olduğu için değil, patlamalar gözleri kör ettiği için uzun sürüyordu.Ve sabahlar… Sabahlarda çocuklar eksikti. Sayılarla konuşan bir dünyanın öfkesine kalmıştı bu coğrafya: “Yedi çocuk öldü.”
Hayır.
Yedi oyuncak susmuştu.
Yedi gül kokusu, tozun içinde kaybolmuştu.
Yedi ninni, yarım kalmıştı.
Gazze’de çocuklar, dünyaya süt yerine barutla uyanırdı.
İlk yürüyüşleri mayın tarlasında, ilk kelimeleri siren sesleriyle yarışırdı.
Bir duvarın dibinde çizilmiş güneş, onların tek gün ışığıydı.
Ve bir annenin titreyen elleriyle sakladığı sıcak ekmek, son masalıydı.
Ama her şeyden çok, burada çocuklar çabuk büyürdü.
Çünkü oyuncak silahlar değil, gerçek mermiler tanıtılırdı onlara.
Ve anneleri onları oyun parkına değil, sığınaklara götürürdü.
Sığınak neydi?
Bir çocuğun kelime dağarcığına ölümden sonra giren ilk kelimeydi.
Henüz yedi yaşındaki Hadi, küçük bir deftere kardeşlerinin adını yazmıştı.
“Bu, öldürülmeden önce hatırlamak için,” demişti.
Mavi gözlü Lina, çantasına çiçek değil, babasının eski cep telefonunu koymuştu.
“Bir daha görüşemezsek beni hatırlasın diye,” demişti.
Sözleri, mezar taşına kazınmadı.
Çünkü mezar taşı bulmak bile ayrıcalıktı.
Savaşta herkes kaybederdi, ama en çok da çocuklar.
Çünkü onlar hiç kazanmazdı.
Ne bir dava, ne bir toprak parçası, ne bir ideoloji...
Onlar sadece yaşamak isterdi.
Ve bir salıncağa binip başlarını gökyüzüne kaldırmak.
Ama o gökyüzü, üstlerine çöküyordu.
Ve her çığlıkta, bir yıldız daha sönüyordu evrenin sessizliğinde.
O kadar çok isimsiz çocuk vardı ki…
Ayakkabıları hâlâ basılmamış sokaklarda kalan…
Saçlarına kan bulaşmış bebekler, ayak izleri siper olmuş minikler…
Enkazların altından çıkan minik eller…
Uzatılmış ama tutulamamış eller…
Onlar, gömülmeden ölenlerdi.
Bazıları düşleriyle gitti, bazıları düşleriyle kaldı.
Bazıları ağlayacak vakit bulamadı.
Bazıları son sözünü yutkunarak yuttu: “Anne...”
Şimdi bu topraklarda bir kuyu kadar sessizlik var.
Her boşluk bir çocuk kadar derin,
Her sessizlik bir ninni kadar acı…
Ama dünya utanmadı.
Ne birleşmiş milletler, ne batı'nın insan hakları nutukları...
Ne de adına ümmet dedikleri o büyük suskunluk!
Sarayların da şatafatla yaşayan sözde liderler, yaldızlı kürsülerde nutuk atan müslüman muktedirler...
Hepsi gördü, hepsi sustu, hepsi öldürdü. Bombayı atmayan gözünü kapadı, gözünü kapayan eli kanlı katiller kadar suçluydu. Ve en çok susanlar, aynı kıbleye dönenlerdi.
Gazze'de çocuklar yalnız ölmedi, onları susturan ezanlar, mühürlenen vicdanlar, petrol karşılığı satılan merhamet öldürdü.
Ve İnsanlık...
İnsanlık o gün bir daha dirilmemek üzere gömüldü. Çünkü bir çocuğun bedenine taş kesilmiş bir dünya, artık yalnız cehennemi hak ediyordu...
Dünya ne zaman sustuysa, çocuklar biraz daha öldü.
Ve ne zaman bir lider konuştu, bir okul bombalandı.
Ne zaman bir ülke çıkar hesabı yaptı, bir çocuk mezarsız bırakıldı.
Ne zaman göz yumuldu, bir çocuğun gözleri sonsuza dek kapandı.
Ve işte o zaman,
ölüm bile utanarak çekildi arka saflara.
Çünkü ölüm, en çok çocukların gözlerinde kendinden tiksiniyordu.
Sevgiyle
Leyla Yıldız ATAHAN