Günümüz coğrafyasında bir kalem, mürekkebinden çok sahibinin kimliğini taşır oldu. Oysa bir zamanlar, kalem sadece doğrulara eğilir, sadece halkın sesine kulak verirdi. Şimdi ise, birçok kalem sahibi; hakikatin değil, ihalenin peşinde. Gerçeklerin üstü sayfa başına fiyatlandırılırken, halkın güveni de bu satışın faturasına eklendi.
Artık gazetecilik, sadece bir meslek değil, bir pazarlık masası. Dürüstlük, bu masada en kolay vazgeçilen değer. Bir köşe yazarı, gerçeği yazmak yerine sahibinin gölgesinde oturuyorsa, o artık bir gazeteci değil, bir propaganda memurudur.
Bir ihale uğruna manşet atanlar… Bir koltuk uğruna yalanı haber yapanlar… Halkın açlığı karşısında görmeyen, duymayan, yazmayanlar… Kendisine basın özgürlüğü isteyen ama halkın gerçeğe ulaşma hakkını bir satırla boğanlar…
Sahi, hangi kalem, halkın gözüne baka baka yalan yazabilir?
Hangi vicdan, halkın gözyaşını görmeden maaş bordrosunu imzalayabilir?
Kalemini satanlar, sadece kendilerini kirletmediler. Aynı zamanda bu topraklarda gerçeğe duyulan inancı öldürdüler. Halkın "haber" denince içine doğan güvensizlik, işte bu satılık kalemlerin mirasıdır. Artık insanlar gazeteye değil, dedikoduya inanıyor. Çünkü gazeteci diye ortalıkta dolaşanların çoğu, halkı değil, patronunu temsil ediyor.
Sahi, bir gazeteci halkın yüreğine güven vermeyecekse, susması daha hayırlı değil midir?
Bir gazeteci; bir milletin karanlıkta kalan sesidir. Ama bugünkü karanlık, gazetecilerin susmasından değil, bazı gazetecilerin ışığı satarak gölgeler yaratmasından kaynaklı. Kalemini satana gazeteci denmez; o olsa olsa bir ücretli kukladır, muktedirin aynasına dönmüş bir surettir.
Unutulmasın:
Gerçeğin namusu kalemle korunur.
Ama o kalem satılmışsa, halk yalnız kalır.
Ve yalnız kalan halk, susar.
Suskun halk, çürür.
Çürüyen bir halkın çığlığı bile duyulmaz.
İşte o yüzden, biz bu topraklarda satılmamış her kalemin önünde eğiliriz.
Ve satılmış her kalemin arkasında, bir halkın hüsranını görürüz.
"Satılık Kalemler ve Halkın Yetim Kalan Gerçeği"
Bazı kalemler vardır, yalnızca mürekkeple değil, vicdanla yazılır.
Ve bazı kalemler… Parayla susar, parayla konuşur.
Bugün bu ülkede insanlar yalnız açlığa, işsizliğe, adaletsizliğe değil, bir de gerçeği öğrenememeye mahkûm yaşıyor. Çünkü ekranlar parlatılmış yalanlarla dolu, manşetler kurgulanmış yalanlarla. Çünkü mikrofonlar muktedirin ağzında, kameralar halkın değil, iktidarın gözünden bakıyor dünyaya.
Gazeteci denilen bir meslek vardı bir zamanlar. Halk için çalışır, yoksulun sesi olur, korkusuzca sorular sorardı. Şimdi ne yazık ki, bu meslek bir unvana, bir kıyafete, bir basın kartına indirgenmiş durumda. İçeriği boş, itibarı satılık.
Kalemini ihale karşılığı oynatanlar, kendini gazeteci sanıyor.
Güçlüye dalkavukluk yaparak maaş alanlar, halka ahlak dersi veriyor.
Yalakalıklarını gazetecilik, manipülasyonlarını gerçek sanıyorlar.
Oysa gazetecilik, cesarettir.
Gazetecilik, zulmü teşhir etmektir.
Gazetecilik, yangını seyretmek değil, o yangının ortasında "bu ateşi kim yaktı?" diyebilmektir.
Peki şimdi kaç gazeteci kalmış böyle?
Kaç kişi ekran başında halkı değil, kendi çocuklarının geleceğini düşünüyor?
Kaçı "bugün ne kadar sustum, ne kadar görmezden geldim" diye maaş alıyor?
Kalemini satanın mesleği gazetecilik değildir. O, halkın gözünün içine baka baka yalan söyleyen bir tüccardır. Yalnız kalemini değil, halkın umudunu, güvenini, yarınını da satmıştır.
Ve bu ülke, işte o satılık kalemlerin çoğaldığı gün, halkın sesini kaybetti.
Bugün halk neye inansın?
Sabah başka konuşan, akşam başka yazan adamlara mı?
Savaşın ortasında çocuk ölümlerini görmeyip, bir partinin mitingine alkış tutanlara mı?
Yalanı süsleyip haber diye sunan, gerçeği görmezden gelen vicdansızlara mı?
Hayır.
Biz halk olarak unutmadık:
Gazeteci, gerçeği eğip bükmez.
Gazeteci, önce halkın vicdanına karşı sorumludur.
Ve gerçek gazeteci, patronuna değil, halkına çalışır.
Bugün televizyon stüdyolarında dönen kirli oyunlar, saray kapılarında verilen köşe yazıları, ekranlarda sırıtıp duran sözde yorumcular, aslında bir halkın sesini boğmanın utanç verici görüntüsüdür. Bu sadece bir mesleğin yozlaşması değil, bir milletin hafızasına kast etmektir.
Unutulmasın: Her suskun gazeteci, bir çocuğun geleceğinden çalmıştır.
Her yalan haber, bir annenin yüreğine bir kurşun gibi saplanmıştır.
Ve her satılık kalem, bu ülkenin mezar taşlarına kazınmış bir ihanettir.
Fakat hâlâ...
Hâlâ, dürüst kalemler vardır.
Çekmediği acıyı yazmayan, bilmediği gerçekle oynamayan, korkmadan soran insanlar.
Onlara sahip çıkmak, yalnız basının değil, bu halkın şeref borcudur.
Çünkü;
Gerçeği yazan kalemler sustuğunda,
yalnız haber değil,
bir milletin hafızası da ölür.
Mikrofonu Susturulanlar
Bir toplumun çöküşü, tanklarla değil; seslerin susturulmasıyla başlar.
Bir ülkenin karanlığa gömülmesi, fişek sesleriyle değil; mikrofonların fişlerinin çekilmesiyle olur.
Eskiden bir mikrofon uzatılırdı halkın sesine.
Bir anne ağlarken, dünya duyardı.
Bir işçi açken, ekranlar utanırdı.
Bir öğrenci geleceksizken, sorular sorulurdu.
Gazeteci, mikrofonu değil; halkın haykırışını tutardı elinde.
Şimdi ne oldu?
Mikrofonlar artık sadece belirli ağızlara tutuluyor.
Sistem, gerçeği değil, senaryoyu yayıyor.
Bir genç işsizlikten kendini yaktığında kamera orada değil…
Ama bir bakanın üç cümlelik yalanı, “son dakika” çerçevesiyle ekranlara yapıştırılıyor.
Çünkü artık mikrofonlar özgür değil.
Çünkü artık kameralar dönmüyor halkın yüzüne.
Çünkü artık gazetecinin görevi haber yapmak değil; haberi susturmak.
Bir ülke düşünün:
Gazetecinin mikrofonu, halkı değil iktidarı dinliyor.
Sokaktaki çığlıklar, yayına girmiyor.
Haber bülteni, saray protokolü gibi başlıyor.
Ve o mikrofonun başındaki adam, halkı değil patronunu memnun etmeye çalışıyor.
Oysa mikrofon, bir silahtır.
Ama bu silah, halkı susturmak için değil, halka yapılan zulmü ifşa etmek için kullanılmalıydı.
Şimdi o mikrofon, gerçekleri boğmak için yumuşak seslerle kullanılan bir susturucudan farksız.
Ne zaman ki bir gazeteci;
sokağın sesini susturup, makam odasındaki sahte tebessümlere mikrofon uzatmaya başladı,
işte o zaman gazetecilik değil, halkın sesi öldü.
Ve bugün, bu ülkede…
Mikrofonu susturulanlar, aslında yaşam hakkı elinden alınanlardır.
Çünkü sesi çıkmayanın, kaderi çizilir.
Çünkü sesi duyulmayanın, sömürülmesi meşru görülür.
Suskun kalırsak, bir gün hepimiz o mikrofonun ucunda susturulanlardan olacağız.
Ve o zaman, ne sesimiz duyulacak, ne de sesimizi duyuracak bir gazeteci kalacak.
İktidarın Kalem Timi
“Yalakalığın Mürekkebiyle Yazılmış Yazılar”
Bir zamanlar kalem, zalimin korktuğu, halkın umutla okuduğu bir güçtü.
Şimdi ise bazı kalemler, yalnızca emirle oynayan askerler gibi…
Geri adım atmıyorlar çünkü hiç ileri gitmediler.
Kendi düşüncesiyle değil, patronunun rüyasıyla yazan bir nesil türedi.
İktidarın kalem timi, gerçeği değil, hikâyeyi yazar.
Gazete köşeleri artık fikir üretmiyor, sadakat bildiriyor.
Bir bakan ne demiş, nasıl demiş, niye demiş; önemsiz…
Önemli olan nasıl alkışladığın.
Bu timin görevi;
gerçeği eğip bükmek,
yalanı cilalayıp vitrine koymak,
ve bunu yaparken utanmamaktır.
Onlar için yazı, bir sanat değil; bir rant aracıdır.
Bir parmak şıklamasıyla yazarlar;
bir tweet'e göre öfke kusar,
bir toplantıya göre "en doğruyu" savunurlar.
Kalemleri öyle kaygan ki,
bir gün barış yanlısı,
ertesi gün savaş çığırtkanı…
Dün “özgür basın” diye bağıran,
bugün sansüre alkış tutan…
Çünkü onlar gazeteci değil, birer kalem tetikçisi.
Görevleri; halkı değil, iktidarı savunmak.
Hakikati değil, algıyı yönetmek.
Yalanın gölgesinde bir hakikat sahnesi kurmak.
Ve ne acıdır…
Bu kalemlerin çoğu bir zamanlar halkın sevgilisi olmuştu.
Bir zamanlar hakikat için ter dökenler, şimdi sarayın halısında sürünüyor.
Ve utanmadan, "biz gazeteciyiz" diyebiliyorlar.
Ama biz biliyoruz:
Kalemini korkuya kiralayan, bir daha gerçeği yazamaz.
Çünkü korku, mürekkebi kurutur.
İktidarın kalem timi; sadece halkın güvenini değil, bu mesleğin onurunu da yerle bir etti.
Bugün bir çocuk gazeteci olmak istese, neye özenebilir?
Yalana mı?
Sadakate mi?
Yoksa yalnızca susanlara mı?
Kalem kutsaldır. Ama sahibine göre ya onur kazanır, ya utanç.
Ve biz bu utancı her gün manşetlerde, yorum köşelerinde, canlı yayınlarda izliyoruz.
Bir halkın geleceğiyle oynayan bu kalem timi; sadece yazmıyor, aynı zamanda milletin vicdanına ihanet ediyor.
Unutma:
Bir halkı kandırmak için artık silah gerekmez.
Birkaç köşe yazarı, birkaç montaj haber, birkaç emir kulu kalem yeter.
Gerisi zaten çürümüş toprak gibi dağılır.
Sansürün Soysuzluğu
“Görülmeyen Haberlerin Karanlığı”
Sansür; bir kelime değildir.
Sansür, bir halkın zihninden gerçeği çalan hırsızlıktır.
Ve bu hırsızlık, artık gece yapılmıyor.
Alenen, herkesin gözü önünde, utanmadan, sıkılmadan yapılıyor.
Bugün bir gazeteci, yaşananı yazamaz.
Çünkü “yazarsa ne olur?” sorusu, içindeki kalemden daha ağır gelir.
Çünkü gerçek, artık yalnızca yazan için değil, okuyan için bile tehlikelidir.
Sansür, sadece bir haberin yayınlanmaması değildir.
Sansür, aynı zamanda bir halkın bilinçli olarak cahil bırakılmasıdır.
Çocuklar büyür ama gerçeklerden habersiz;
anneler ağlar ama kimse bilmez;
bir halk susar ama suskunluğu duyulmaz.
Ve bu ülkede artık sansür; bir talimatla, bir bakışla, bir telefonla işler.
Bir haber hazırlanır, yayına hazır hale gelir…
Sonra bir ses fısıldar: “Bu haberi görmeyin.”
Ve o haber, bir daha hiç olmamış gibi kaybolur.
Ama haber kaybolmaz aslında.
Gerçeğin gövdesinde kalır, kan gibi akar.
Halkın zihnine, bir "niye kimse konuşmuyor" sancısı gibi çöker.
İşte sansürün en büyük zararı budur:
Bir milletin aklını karartır.
Çünkü sansür sadece gerçeği değil;
toplumun hafızasını da siler.
Böylece halk neye inanacağını, neyi savunacağını, neye karşı çıkacağını bilemez hâle gelir.
Ve yönetenler için tam da arzulanan budur:
Kendi gerçeğiyle oynayamayan, başkasının yalanını alkışlayan bir halk!
Sansür; gazetecinin cesaretini kırar,
kameramanın merceğini kör eder,
editörün ekranını karartır.
Ve bir zaman sonra, bu meslekte gerçek aramak;
çamurun içinde saf su aramak gibi bir umutsuzluğa dönüşür.
Ama bu topraklar susturulmuş nice kalemin çığlığıyla yoğruldu.
Ve biz biliriz:
Bir gerçeği öldürmek zordur.
Ama onu saklamak daha zordur.
Çünkü susturulan her haber, bir gün başka bir yerden kanar.
Bugün sansürlenen ne varsa;
yarının tarih kitaplarında utançla yazılacak.
Ama o kitapları kim yazacak?
İşte asıl mesele bu.
Ya kalemlerimiz özgür olacak…
Ya da susturulmuş sayfalar arasında yalnızca karanlık çoğalacak.
Bölüm: Yalanın Estetikle Sunuluşu
“Algı İmparatorluğunun Kralları”
Artık yalana "yalan" denmiyor.
Artık yalan, grafikle süsleniyor…
Arkasına fon müziği ekleniyor…
Yayın öncesi prova yapılıyor…
Ve en sonunda: Gerçekmiş gibi servis ediliyor.
Yani mesele sadece gerçeği gizlemek değil artık.
Mesele; gerçeğin yerine geçebilecek kadar kusursuz bir yalan yaratmak.
Tıpkı bir dekor gibi.
Tıpkı yıkılmış bir binanın önüne konan çiçekli bir perde gibi.
Bugünün medya düzeni artık bilgi vermek için değil; algı yönetmek için var.
Kamera neyi gösterirse gerçek o,
sunucu neyi gülümseyerek söylüyorsa halk ona inanıyor.
Çünkü estetikle sunulan yalan, halkın zihninde gerçek kadar yer tutuyor.
Ve medya bunu biliyor.
Ve bunu bilerek yapıyor.
Algı imparatorluğunun kralları;
beyaz gömlekli, düzgün diksiyonlu,
ama kalbi çürümüş ekran simalarıdır.
Onlar için haberin içeriği değil, etkisi önemlidir.
Gerçek zararsa sansürlenir,
yalan faydalıysa köpürtülür.
Ve bu köpürtülmüş yalanlar;
bir süre sonra hakikatin ta kendisi gibi kabul edilir.
Bir milletin belleği, estetikle sunulan yalanla yeniden inşa edilir.
Bir gün bir işçinin ölümü saklanır,
ama aynı gün “milli ekonomi uçuşta” manşeti atılır.
Bir kadın cinayeti karartılır,
ama aynı haber bülteninde “aile yapımız güçleniyor” denir.
Bir öğrencinin isyanı duyulmaz,
ama onun yerine, iktidarın üniversite şovları gösterilir.
İşte böyle yaratılır bir yalan cumhuriyeti.
Estetikle süslenmiş, diksiyonla parlatılmış, grafikle donatılmış…
Ama özünde çürük, sahte, acımasız bir yalan.
Ve bu yalanlara alıştıkça halk,
gerçeği gördüğünde onu reddetmeye başlar.
Çünkü gerçek, artık bu kadar süssüz, bu kadar çıplak olamaz gibi gelir ona.
Yalana duyulan güven, hakikate duyulan şüpheden büyüktür artık.
Algı, silahsız bir savaştır.
Ve bu savaşı yöneten medya, halkın zihninde gerçekleri değil, izlenimleri inşa eder.
Bir milleti aldatmak için sadece yalan yetmez…
Ama sürekli yalanlar ve susturulmuş gerçekler birlikte yürürse;
işte o zaman, bütün bir toplum yeniden programlanır.
Bundan daha korkunç ne olabilir?
Bir halkın kendi yalanını savunması kadar ürkütücü ne vardır?
“Bir Mesleğin İtibar Katli”
İnsanlar bir zamanlar gazetecilere saygıyla bakardı.
Çünkü onlar yalnızca haber getirmezdi;
adaletin, özgürlüğün ve vicdanın yol arkadaşıydılar.
Ama bugün…
Gazeteciliğin mezar taşını dikiyoruz hep birlikte.
Ve ne acıdır ki; bu cenazeyi taşıyanlar da gazetecilerden başkası değil.
Bir meslek düşün ki;
en değerli erdemi olan doğruluk, artık alay konusu.
Bir gazeteci "tarafsızım" dediğinde, insanlar gülüyor artık.
Çünkü bu ülkede "bağımsız gazeteci" demek, ya bir efsane ya da bir intihar vakasıdır.
Gazeteciliğin cenazesi, bir gecede olmadı.
Bir köşe yazarı susunca,
bir haber editörü sansüre boyun eğince,
bir muhabir mikrofona sadece yandaş ağızlara uzatınca…
Her gün bir parça öldü bu meslek.
Ve sonra biri çıktı, “Bu halk bunu bilmesin” dedi.
Bir diğeri sustu.
Bir başkası da “Haklısınız efendim” diye başını eğdi.
İşte o baş, yalnızca şahsiyetini değil; bir mesleğin itibarını da yere düşürdü.
Artık habercilik yapılmıyor, haber ambalajlanıyor.
Artık hakikat savunulmuyor, hakikat pazarlanıyor.
Ve her satırda biraz daha gömülüyor bu meslek.
Bir ihale için…
Bir koltuk için…
Bir ekran süresi, bir maaş bordrosu için.
Halk yavaş yavaş unuttu:
Gazeteci denilen kişinin bir zamanlar halkla arasında gizli bir yemin taşıdığını.
“Ben senin adına sorarım.”
“Ben senin adına korkmam.”
“Ben senin göremediğini yazarım.”
Oysa şimdi…
Gazeteciler, halktan değil; koltuktan emir alıyor.
Soru sormak yerine methiyeler diziyor.
Mikrofonu halkın acısına değil, iktidarın vitrinine çeviriyor.
İşte bu yüzden, bu meslek artık bir cenazedir.
Üstü takım elbiseyle örtülmüş,
eli titremeyen, sesi kısılmayan ama ruhu çoktan gömülmüş bir meslek.
Ve bir toplum, gazeteciliğini gömdüğünde;
yalnızca gerçeği değil,
kendi geleceğini de karanlığa gömer.
Ekranların Efendileri
“Haber Değil, Hedef Gösterenler”
Onlar ekran başında her akşam karşımıza çıkar.
Takım elbiseleri ütülü, ses tonları kararlı, kelimeleri keskin…
Ama dillerinden dökülen hiçbir şey haber değildir.
Çünkü onların görevi halkı bilgilendirmek değil; halkı yönlendirmektir.
Bu yeni dönemin sunucuları, moderatörleri, yorumcuları…
Gerçeğin değil, linçin peşindedir.
Yalanı tartışma diye sunar, hakikati suç gibi gösterirler.
Ve o ekranların başında öyle bir dil inşa edilir ki,
bir insanı hedef göstermek artık milli görev gibi sunulur.
Bu “ekran efendileri”;
kim sevilmeli, kim sevilmemeli…
kim alkışlanmalı, kim linç edilmeli…
bunu kararlaştırır.
Ve o anda bir insan, bir fikir, bir koca hayat,
tek bir cümleyle yakılır.
Çünkü onlar gazeteci değil, ekran cellatlarıdır.
Köşe yazmazlar, hedef çizerler.
Soru sormazlar, zan yaratırlar.
Hakikatin değil, yargısız infazın mimarlarıdır.
Bir gün bir akademisyen hedef gösterilir,
ertesi gün sosyal medya linci başlar,
bir haftaya kalmaz işinden olur.
Bir sanatçı bir cümle kurar,
haber bültenlerinde cımbızlanır,
ertesi gün vatana ihanetle suçlanır.
Ve halk, bu ekranlardan öğrendiğiyle hüküm verir.
Çünkü her şey planlıdır.
Kim konuşacak, kim susacak,
kim kahraman olacak, kim hain ilan edilecek…
Bu ekranlarda belirlenir.
Evet, bu ekranlarda "haber" yapılmaz artık.
Buralarda ancak karakter suikastleri,
kurgulanmış algılar,
ve iktidar diliyle yazılmış senaryolar okunur.
Bir zamanlar halkın ekranları vardı.
Şimdi ise iktidarın projektörleri…
Ve biz biliyoruz:
Bir toplumun ekranları karardığında,
o toplumun gözleri açık olsa da gerçeği göremez.
Unutulan Okurlar
“Medyanın Aldattığı Halkın Sessiz Çığlığı”
Bir zamanlar insanlar sabahları gazeteyle uyanırdı.
Manşetler heyecanla açılır, köşe yazıları dikkatle okunurdu.
Bir haber halkı harekete geçirir, bir soru tüm ülkeyi sarardı.
Çünkü halk, habere inanırdı.
Çünkü bir yazının, bir fotoğrafın, bir başlığın;
vicdanı olan bir elden çıktığını bilirdi.
Ama şimdi…
Gazete bayileri boş.
Haber sitelerinde yorum yok.
Ekranlarda dönen yüzler, sadece gürültü çıkarıyor.
Çünkü artık kimse inanmıyor.
Çünkü halk unutulmuş bir okur,
kandırılmış bir izleyici,
susturulmuş bir soru haline geldi.
İşte medya denilen o büyük kule, kendi halkını unuttu.
Onları sadece seçim dönemlerinde hatırladı,
reyting uğruna sokaklara döküldü.
Ama halk açken susmayı seçti.
Adaletsizlik varken gözünü kapattı.
Ve sonra ne oldu?
Halk, olan bitene değil, anlatılana inandı.
Sonra anlatılanlara da inanmaz oldu.
Artık ne söylense bir boşluk duygusu yaratıyor.
Çünkü bu ülkenin halkı;
yalnızca yoksullaştırılmadı,
yalnızca ötekileştirilmedi,
aynı zamanda haber alma hakkından da koparıldı.
Şimdi insanlar kendi içlerine dönüyor.
Gerçeği ekranlarda değil, dedikodularda arıyor.
Çünkü ekrana çıkanlar doğruyu söylemiyor.
Çünkü yazılanlar, yazılması gerekeni değil, yazdırılanı anlatıyor.
Bir zamanlar halk, gazeteciye mektup yazardı.
Şimdi halkın yazacak kimsesi kalmadı.
Çünkü artık sorularının muhatabı yok.
Çünkü artık gazetecilik, halkı değil, halkın sırtından beslenenleri yazıyor.
Ve halk, sustukça içten içe çürüyor.
İnancını, umudunu, geleceğe dair merakını kaybediyor.
Çünkü aldatılmak, sadece bir defalık bir hayal kırıklığı değildir.
Bir millet sürekli aldatılırsa, en sonunda kendi aklına bile güvenmez olur.
Evet, medya halkı unuttu.
Ama halk da medyayı sildi.
Artık gazeteciler yazarken değil, sustuklarında hatırlanıyor.
Artık bir halk, sessizliğiyle konuşuyor.
Ve bu sessizlik, bir çığlıktan daha çok şey anlatıyor.
Bir ülkenin vicdanı susarsa, kalemler çamura bulanır.
Bir milletin dili çalınırsa, gazeteler manşet değil, ihanet taşır.
Ve eğer gazeteci, hakikatin değil iktidarın sesi olmuşsa; artık o ülkenin sabahları yoktur.
Türkiye, uzun bir süredir susturulmuş manşetlerin, sansürlenmiş paragrafların, kelime aralarına sıkıştırılmış korkuların ülkesidir. Bir zamanlar halkın gözü, kulağı, vicdanı olan gazetecilik; bugün ihaleye çıkan bir meslek, makam karşılığı satılan bir ilke, şantajla yürütülen bir çıkar organizasyonuna dönüşmüştür.
Bir gazeteci, hakikatin peşinden giden kişidir. O, ne alkışa ne de tehdide boyun eğer. Kalemi, sadece mürekkep değil, halkın umudu ile yazar. Ama sen, evet sen — ey ekran başında bıyık altı gülen, köşesinde itibar değil iktidar yalayan adam! Sen gazeteci değil, bir halkın sırtına saplanmış paslı bir çivisin.
Hakikati bilip de susan her kalem, zalimin ortağıdır.
Yalanı manşet yapan her gazete, halkın celladıdır.
Ve tarafsızlığı elinin tersiyle itip biat eden her sunucu, mikrofonun başında kirli bir tiyatronun aktörüdür.
Ne zaman ki bir yalanın edebi, bir gerçeğin çıplaklığından daha kıymetli sayıldı...
Ne zaman ki hakikati yazan değil, susan ödüllendirildi…
İşte o zaman biz, göz göre göre kaybettik basını.
Bugün gazeteci kimliğini taşıyan ama onurunu çoktan kaybetmiş bir güruh, halkı aldatmakla meşgul. Sordukları sorular değil, susmayı seçtikleri sorularla satıyorlar halkı. Mikrofonu susturulmuşlara değil, güç sahiplerine uzatan; adalet yerine koltukların ayaklarına hizmet eden bir medya düzeni kurdular.
Ve halk, her gün biraz daha uzaklaşıyor inançtan, güvenden, adaletten.
Çünkü artık gazeteler güvenilir değil.
Çünkü artık ekranlardan gerçeğin sesi değil, parayla satın alınmış cümleler akıyor.
Ve en acısı: çocuklar bile farkında bu yalanın.
Ey gazeteci!
Senin görevin sarayın memurluğu değil, halkın vicdanı olmaktı.
Senin görevin, iktidarın değil adaletin yanında olmaktı.
Ama sen sustun…
Susmakla kalmadın; yalan söyledin, çarpıttın, hedef gösterdin, çamur attın.
Artık halkın kalbinde yerin yok.
Artık halk senin manşetlerine değil, kendi vicdanına inanıyor.
Ve bir gün, bu ülkenin gerçek tarihini yazacak kalemler, seni o kitapta yalnızca şu cümleyle anacak:
“Satılık bir kalemdi. Ne yazdığı unutuldu, ama neden yazdığı hiç unutulmadı.”
Onurlu meslektaşlarım, gününüzü tüm kalbimle kutluyorum.
Leyla Yıldız Atahan
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve MANSET.DE editöryal politikasını yansıtmayabilir.