Köle Gibi Çalıştırılan Polis: Devletin Üvey Evladı mı?

Türkiye’de polislik, artık bir meslek olmaktan çıktı; modern zamanın en ağır köleliğine dönüştü.

Türkiye’de her gün binlerce polis, insanı hem bedenen hem ruhen yıpratan bir mesleğin ağırlığını sırtlanıyor. Günün her saatinde, bayramda, hafta sonunda, ailesiyle geçireceği tek bir tatilde bile görev başında… Onlardan beklenen tek şey; "hazır ol"da bir ömür sürmek. Ama peki devlet, İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü bu insanlara ne veriyor? Ne yazık ki yanıt utanç verici: Koca bir hiç.

İzmir’de bir maçta görev yapan polislere verilen üç adet tulumba tatlısı, iki kaşık sadece maruldan ibaret salata ve ne idüğü belirsiz minik bir konserve kutusu, aslında devletin kendi evlatlarına bakışının özeti. "Al, sus, görevini yap, ses çıkarma." Bu, devletin polislerine verdiği değeri gösteren sembolik bir tokattır. Bir milletin güvenliği için canını ortaya koyan insanlara, bu kadar aşağılayıcı bir muamele reva görülüyorsa, ortada büyük bir çürüme var demektir.

Bizim Çocuklarımız Neden Bu Kadar Değersiz?

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre devlet, çalışanlarının özlük haklarını güvence altına almakla yükümlüdür. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) standartları, polis dahil tüm kamu çalışanlarının insanca çalışma hakkını teminat altına alır. Peki, neden Türkiye’de polis memurları hâlâ haftalık 40 saati katbekat aşan angarya mesaiye mahkûm ediliyor? Neden fazla mesai ücreti, insanca lojman hakkı, tatil ve dinlenme hakkı hâlâ bir hayal gibi uzak duruyor? Kanun kâğıtta var ama pratikte yok. İşte bu, devletin kendi memuruna karşı işlediği en büyük adaletsizliktir değilde nedir?

Lojman sıkıntısı çeken binlerce polis ailesi, ve lojman dağıtımında ki adam kayırmacılıkla birlikte yüksek kiralar altında ezilirken devlet sadece seyreder. Hukukun uygulanmadığı yerde devletin meşruiyeti de tartışmaya açılır.

Avrupa ülkelerinde polisler haftalık mesai saatleri, ek ödenekleri, tatil hakları ve psikolojik destekleriyle insanca yaşar. Sendikal hakları vardır, kendi haklarını savunabilirler. Bizde ise polislerin sendika kurması yasaktır, taleplerini dile getirmek yasaktır. Yani "hakkını arama, sadece görevini yap" denir. Kölelik tam da böyle bir şey değil midir?

Bizim polisimiz, devletin gözünde kendi yurttaşını koruyan bir kamu görevlisi değil; sürekli kullanılabilir, yıpranabilir, yerine yenisi konulabilir bir “tüketim malzemesi” gibi görülüyor. Devlet kendi evladını tüketerek ayakta kalmaya çalışıyor.

Anayasa’ya göre, devlet kamu görevlilerinin özlük haklarını korumak zorundadır. Ama polis söz konusu olduğunda bu madde bir kâğıt parçasından öteye geçememektedir. Fazla mesai ücreti ödenmez, sendikal hakları yoktur, insanca barınma imkânı sağlanmaz.

Polis, toplumun en görünür yüzüdür. Halk öfkesini de sevgisini de önce onlara yöneltir. Ancak bu kadar yoğun, adeta köle düzeni gibi bir çalışma temposu, polisin ruhunu çürütür. Ailesiyle bağları zayıflar, psikolojik travmalar yaşar, tükenmişlik sendromu sıradan bir hale gelir. Ne yazık ki intihar eden polis vakaları sıradan bir haber haline gelmiştir. Bu intiharların ardında devletin duyarsızlığı vardır. Bu yalnızlığı görmezden gelmek, sadece bir meslek grubuna değil, toplumun güvenliğine de ihanet etmektir. Çünkü ruhen yıpranmış, beden olarak tükenmiş bir polisten nasıl adaletli, sağlıklı bir görev beklenebilir?

Şimdi Buradan İl Emniyet Müdürlerine, Emniyet Genel Müdürüne ve İç İşleri Bakanına Kısacası Tüm Yetkililere Soruyorum:

Polisin maaşı, açlık sınırına yakın; ev kirası, çocuklarının okul masrafları, mutfak gideri hepsini ezip geçiyor.
Sayın İçişleri Bakanı, Sayın Emniyet Genel Müdürü…
Siz hiç ay sonunu getiremeyen bir polisin gözlerinin içine baktınız mı? Görevde “kahraman” ilan edilen bu insanlar, neden maaş günü geldiğinde unutuluyor?

Bugün Türkiye’de ortalama bir kira, bir polisin maaşının yarısını yutuyor. Kalanıyla ne yapacak bu insan? Çocuğunun defterini mi alsın, mutfağı mı doldursun, faturasını mı ödesin?

Polis, maaşını alınca geçinemeyen, geçinemeyince borçlanan, borçlandıkça da sessizce ezilen bir memur hâline getirildi. Bunun adı ekonomi değil, ihanettir.

Türkiye’nin dört bir yanında görev yapan polisler, lojman kuyruklarında yıllardır bekliyor. Kimi zaman bir ömrü yetmiyor o lojmanı görebilmeye. Peki soruyorum:
Neden?

Görev yaptığı şehirde kira ödeyemeyen bir polise “git asayişi sağla” demek hangi vicdana sığıyor? İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de kiralar 40 bin lirayı bulmuşken, polisin hâlâ “lojman bekleme listesinde” olması hangi devlet aklının eseridir?

Bir polis barınamazsa, görevine de odaklanamaz. Barınma hakkı, bir lütuf değil, bu ülkeye can verenlere karşı devletin borcudur.

Her gün intihar haberleri geliyor. Bir polis daha silahını kendine çevirdi, bir polis daha karanlığın içine gömüldü. Neden? Çünkü bu insanlar, yıllardır yalnız bırakılıyor.

Travmalar, şiddet, ölüm, sürekli mesai, aileden kopuk yaşam… Hepsi polisin ruhunu parçalıyor. Ama hâlâ teşkilat içinde kalıcı ve güçlü bir psikolojik destek sistemi yok!

Soruyorum:
Sayın Bakan, Sayın Genel Müdür…
Polis intiharları her yıl artarken, neden kamuoyuna şeffaf bir rapor sunmuyorsunuz? Neden bu gerçekler saklanıyor?

Her mitingde, her toplumsal olayda ön safa sürülen polis, kendi acısıyla baş başa bırakılıyor. Onun travması, onun çöküşü, sizin görmezden gelmenize rağmen büyüyor.

Türkiye’de hemen her meslek grubu sendikalaşabilir, hakkını arayabilir. Ama polisler? Onlara yasak!

Polis, yıllardır kendi hakkını arayacak bağımsız bir sendikadan mahrum bırakıldı. Bu yasak hangi demokratik ilkeye sığar? Bu yasak, polisleri “haklarını savunamaz köleler” sınıfına indirgemek değil midir?

Polisin elinden alınan sendikal hak, aslında onun onurunun da gaspıdır.
Buradan soruyorum:
Kime korkunuz var ki polisin sendikalaşmasına izin vermiyorsunuz?
Kendi hakkını arayan polis mi devlet için tehdit olur, yoksa hakkı yenmiş, öfkesi içine gömülmüş, sessiz çığlık atan polis mi?

Polisler bu ülkenin yükünü sırtlıyor, ama yüklerinin altında eziliyorlar. Maaş yetmiyor, barınamıyorlar, ruhları çöküyor, sendikasız bırakılıyorlar.

Ve siz, Sayın İçişleri Bakanı, Sayın Emniyet Genel Müdürü…
Bu sorulara cevap vermeden, polislerin sorunlarını çözmeden hangi yüzle kürsülere çıkıp nutuk atacaksınız?

Bu sorular cevapsız kaldıkça, her polis intiharı sizin vicdanınızda yankılanacak.

Bu insanlar sizin evladınız değil mi?

Bu ülkenin güvenliği, bu evlatların ruhunu ve bedenini tüketmek üzerine mi inşa edilecek

Bu sorular, yalnızca polisin değil; bütün toplumun sorularıdır. Çünkü polisin tükenmesi, aslında güvenliğin ve adaletin tükenmesidir

Bayramda, sevdiklerinden uzak görevde olan, haftalarca çocuklarını göremeyen, her an ölümle yüz yüze gelen bu insanlara neden sahip çıkmıyorsunuz?

Eğer biraz vicdanınız, biraz sorumluluk bilinciniz varsa önce kendi teşkilatınıza sahip çıkın. Çünkü yıpranmış, hor görülmüş, hakkı yenmiş bir polis, aslında sadece kendi mesleğinin değil, bütün bir toplumun güvenlik duygusunun çöküşüdür.

Vel hasılı Türkiye, polislerini üvey evlat gibi gören bu ayıptan kurtulmadıkça, gerçek bir hukuk devleti olamaz.
Bu düzenin adı nettir: kölelik.
Ve kölelik üzerine bir devletin onuru inşa edilemez.

Tüm Bu Sorunların Temelini Emniyet Genel Müdürlüğünün Siyasetin Kuklası Durumuna Düşürülmüş Olmasından Kaynaklandığı Biliniyor.

Türkiye’de Emniyet Genel Müdürlüğü kendi başına özerk bir kurum olmadığı, doğrudan siyasi iktidarın emir komuta zincirine mahkûm edildiği sürece bu ülkede polisin sorunları da bitmeyecek, toplumun güvenlik anlayışı da çürümeye devam edecektir. Çünkü polis, asli görevi olan “halkın güvenliğini sağlama” sorumluluğunu yerine getirmek yerine, her gelen siyasi iradenin sopası hâline getiriliyor.

Bugün polislerin sendikal hakları yok, ekonomik koşulları yetersiz, psikolojik destekleri yok, mesai saatleri insanlık dışı, görev tanımları belirsiz. Neden? Çünkü emniyet, bağımsız bir kurum olarak değil, siyasi iktidarların ihtiyaçlarına göre şekillenen bir aparat olarak görülüyor. Siyasetçiler, polisi kendi çıkarlarının bekçisi yapmayı görev bellemiş durumda.

Bir ülkede emniyet kurumu, iktidarın günlük siyasi hesaplarına alet edilirse; polis de vatandaş da kaybeder. Polis, halka güven vereceği yerde korku nesnesine dönüşür; halk ise polisi kendi devletinin görevlisi değil, partizan bir zor aygıtı olarak görür. İşte bu noktada toplumsal barış tamamen çöker.

Siyasetten arındırılmamış bir Emniyet Genel Müdürlüğü, iktidarın değişmesiyle birlikte her defasında yeniden dizayn edilen, liyakat yerine sadakatle yönetilen, hukuk yerine talimatla hareket eden bir kuruma dönüşür. Bunun bedelini ise hem polis hem halk öder. Polis, alın terinin karşılığını alamaz, itibarı zedelenir, sahada tükenir; halk ise güvensizlik ve adaletsizlik girdabında boğulur.

Türkiye’nin ihtiyacı, siyasi iktidarlardan bağımsız, anayasal güvence altına alınmış, özerk bir Emniyet Genel Müdürlüğüdür. Aksi hâlde polislerin dramı devam edecek, ülkenin güvenlik politikası da günübirlik talimatlarla yönetilen bir “siyasi bekçi” anlayışına hapsolacaktır.

Kısacası, bugün polisin yaşadığı sorunlar, yalnızca ekonomik ya da idari meseleler değil, doğrudan siyasetin kirli ellerinin gölgesidir. O eller çekilmedikçe, emniyet kendi öz gücüne kavuşmadıkça bu ülkede ne polis nefes alabilir, ne de vatandaş gerçek güvenliği tadabilir.

Leyla Yıldız Atahan

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve MANSET.DE editöryal politikasını yansıtmayabilir.